Page 2 - Öztürk Hattat | Cami Hat Örnekleri 2021
P. 2

Osmanlı’da Camii Mimarisi                                                                                 Hat Sanatının Doğuşu ve Gelişimi



            Osmanlı  döneminde  camilerin dini  değerlerin dışında  önemli bir yer vardı.  Özellikle toplumun  sosyal  ve kültürel   Hat san’atı, İslâm medeniyeti çerçevesinde Arap yazısına bağlı olarak doğmuş ve gelişmiş güzel san’atlardan biridir. Arap yazısı
            bakımdan gelişmesinde, toplumun birbiri ile daha iyi iletişim kurmasında önemli bir rolü bulunmaktaydı. Vakıflara   İslâm’ın zuhuru ile sür’atli bir inkişâf devresine girmiş ve hicreti ta’kîb eden iki asır içerisinde bir taraftan bağlı bulunduğu Arap dilini
            bağlı olan camiiler tabii ki mimari olarak da önemli bir ayrıcalığa sahipti. Camii mimarisi İran, Maverâünnehr,  ifâde edebilen bir yazı sistemi, diğer taraftan hâlâ canlılığını muhafaza eden bir san’at şubesinin ana unsuru olmuştur.
            Anadolu, Kuzey Afrika ve Endülüs’te gelişirken, Osmanlılar’da ise camii mimarisinin zirve dönemi
            Mimar Sinan’la olmuştur.                                                                                  Arap yazısı, Ârâmî halkasıyla Fenike yazısına bağlanmaktadır. Ârâmî yazısından Nabat yazısı inkişâf etmiş ve bundan da Arap
                                                                                                                      alfabesi doğmuştur. Nabatî yazı Havran, Petra, el-Ulâ yoluyla Hicâz’a veya İslâm âlimlerinin naklettiklerine göre Enbâr’dan Hîre’ye,
            Osmanlı Mimarisi 3 dönemden oluşmaktadır. Erken Dönem, Klasik Dönem ve Geç Dönem olarak 3’e ayrılan mimari   oradan Hicâz’a veya Havran, Enbâr ve Hire’ye, oradan da Dümetülcendel yoluyla Hicâz’a gelmiş ve yayılmıştır.
            etki, Osmanlı camii mimarisinin de temelini oluşturur. Öncelikle klasik Osmanlı camii mimarisinde, camiiler başlıca   Hz. Peygamber’in (asm), ashabı arasında güzel yazı yazan Abdullah b. Said b. Âsî b.Ümeyye’ye Medine halkına yazı yazmayı
            dış avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar ve mihrap kısımlarından meydana gelmektedir. İç avlunun etrafı   öğretmesini emrettiği, yine ashâbdan Ubâde Sâmit’in Suffe ehlinden bazılarına Kur’ân ve yazı yazmayı öğrettiği bu konuda
            revaklıdır. Orta yerde ise abdest almak için bir şadırvan bulunmaktadır. Arka duvara bitişik olan bölüm son cemaat   nakledilen haberlerdendir. Bedir Savaşında esir alınan, yazı bilen ve fidye ödeyemeyen müşriklerin on Müslüman çocuğa
            bölgesi, geç kalanların ise cemaatle namaz kılmaları için mihrap yer almaktadır. Câmi içindeki minber, mihrap, vaaz   okuma-yazma öğrettikten sonra serbest bırakılmaları da yazı ve öğretim hususunda Hz. Peygamber’in (asm), gayret ve hassasiyetini
            kürsüleri, müezzin mahfelleri bazı câmilerde padişahın namaz kılması için yapılan hünkâr mahfelleri hem o dönemde   gösteren hadiselerdir.
            hem de günümüzde birer sanat şaheseri olarak karşımıza çıkarken, Osmanlı camii mimarisinde ayrı bir yeri olan
            minareler ise bir ustalık ve zarafetle ortaya konmuştur.                                                  Hz. Ebûbekir (ra) döneminde vahiy kâtibi Zeyd b. Sâbit (ra) tarafından suhuf haline getirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm, daha sonra
                                                                                                                      Hz. Osman (ra) tarafından bir nüsha istinsâh edildi ve bu nüsha çoğaltılarak muhtelif İslâm memleketlerine gönderildi.
            Erken dönem mimarisi 1299 yılında Osmanlı Devleti’nin Osman Gazi tarafından Söğüt’de Osmanlı’nın tarafından  VIII. asır sonlarından itibaren hat san’atkârlarının güzeli arama gayreti netîcesi, ölçülü olarak şekillenen yazılar Aslî ve Mevzun hat
            kurulması ile 1501 yılında Bayezid Camii’nin (1501-1505) inşaatının başlaması arasındaki dönem, erken dönem  ismiyle de anılmaya başladı. Bu yazılan ileri bir merhaleye eriştirenler arasında ayrı bir mevkii olan İbn Mukle (?-328/949), hattın
            mimarisi olarak kabul edilmektedir. Kimi tarihçilere göre ise bu dönemin Edirne’de yer alan Üç Şerefeli Cami inşaatının   nizâm ve âhengini kâidelere bağladı. XI. Asrın başlarında Muhakkak, Reyhânî ve Nesih hatları doğdu. Bu devrin parlak ismi olan
            1437 yılında tamamlanmasıyla bittiği kabul edilmektedir. Üç Şerefeli Camii klasik dönemin özelliklerinden, iç avluya   İbn Bevvâb (?- 413/1022), İbn Mukle yolunu değiştirdi ve XIII. asır sonlarına kadar bu üslûb sürdü. Aynı yolda çalışan İbn Hâzin
            sahip planlar ve ana kubbe öğelerinin ilk kez uygulandığı görülmektedir.                                  (?-518/1124), Tevkî’ ve Rika’ yazılarına yön verdi. Nihayet, İbn Bevvâb yolunu geliştirerek aklâm-ı sitte (altı yazı) denilen Sülüs,
                                                                                                                      Nesih, Muhakkak, Reyhânî, Tevkî’ ve Rika’ hatlarını XIII. asırda en mütekâmil şekliyle tespit edip yazabilen bir üstâd,
            Klasik dönemde ise Osmanlı camii mimarisinde kubbeli ve yan kubbeli örtüler görülürken, tavanı destekleyen filayak   Yâkûtü’l-Musta’sımî (? 698/1298) Bağdat’ta zuhur etti. O zamana kadar düz kesilen kamış kalemin ağzını eğri kesmek de onun
            destek sistemleri kullanılmıştır. Malzeme olarak ise küfeki taşı ve mermer kullanılmıştır. Ayrıca, klasik dönemde  buluşudur ve bu hâl, yazıya büyük letâfet kazandırmıştır.
            genelde yukarıdan aşağıya inildikçe genişleyen bir tasarım görülür ki buna ilk örnek Fatih Camii’dir.     Yakut’un ölümünden sonra, onun aklâm-ı sitte anlayışı, yetiştirdiği üstâdlar eliyle Bağdat’tan, Anadolu, Mısır, Suriye, İran ve
                                                                                                                      Maverâünnehr’e kadar yayıldı. Yakût’un aklâm-ı sitte üslûbu, Osmanlı topraklan dışında yüzyıllarca devam etti; lâkin zaman Yâkût
            Geç dönemde, 18. yüzyıldan itibaren batı etkileri yoğun olarak görülmektedir. Özellikle Fransız etkisinin görüldüğü bu   çağından uzaklaştığı nisbette bu yazı üslûbu da aslından uzaklaştı.
            dönemde inşa edilen İstanbul Nur-u Osmaniye Camii, İstanbul Lâleli Camii, İstanbul Nusretiye Camii, İstanbul
            Dolmabahçe Camii, İstanbul Ortaköy Camii, İstanbul Aksaray Valide Camii geç dönem etkisindedir.           Şeyh Hamdullah (1433-1520), II.Bâyezid’in teşvîkleriyle Yakût’un yazılarındaki en câzip şekil ve üslûbu ayırarak bundan sonrası için
                                                                                                                      kendisine rehber edindi. XVI. asır başından itibaren, Osmanlı topraklarında artık Yâkût yerine Şeyh Hamdullah tavrıyla yazılmaya
            Tabii Osmanlı camii mimarisinde hat yazılarının, kalem işlerinin, altın varak süslemelerinin her zaman ayrı bir yeri   başlanmış, Şeyh’in yetiştirdikleri de onun üslûbunu yaymışlardır.
            olduğunu unutmamak gerekir.                                                                               Kanunî devrinde Şemsü’1-Hat (Hat güneşi) olarak şöhret bulan Ahmed Karahisârî’nin (ö.1556) bilhassa Celî sülüs ve kendi tarzı
                                                                                                                      olan Müselsel yazılarda ulaştığı kompozisyon güzelliği bütün hattatlar tarafından kabul edilmiştir. Şeyh Hamdullah ekolü, bilhassa
                                                                                                                      aklâm-ı sitte’de bütün hızıyla devam etmiş, XVII. asırda Büyük Derviş Ali, Ağakapılı İsmail b. Ali, Suyolcuzâde ve Eyyûbî Mustafa b.
                                                                                                                      Ömer’le devam eden Şeyh üslûbu, bu yolun en mühim üstâdlarından ve yenileyicilerinden olan Hâfız Osman’la yeniden
                                                                                                                      canlanmıştır.
                                                                                                                      Hâfız Osman kemâle erdiği dönemlerde Şeyh Hamdullah’ın yazılarından beğendiği en güzel harfleri seçerek ve onları küçülterek,
            Osmanlı’da Nakış Sanatı                                                                                   üzerinde yaptığı uzun çalışmalardan sonra, onların bünyelerinde daha güzel nisbetler yakalamış, harf ve kelime aralıklarını yeniden
                                                                                                                      gözden geçirerek kendine mahsûs üslûbunu ortaya koymuştur. Onun yazıda açtığı bu çığır Şeyh Hamdullah’tan sonra bütün İslâm
                                                                                                                      âleminde hâkim ve ideal bir üslûp olmuş ve bugüne kadar Şeyh gibi yazabilmek bir özellik iken, Hâfız Osman’dan sonra Onun
            Osmanlılar’da resim için yapılan tanımlama nakıştır. Nakış sanatının Osmanlılarda nasıl başladığı tam olarak tahmin   gibi yazabilmek bir gâye olmuştur. Bu ekol 19. asırda yetişen Mehmed Şevki Efendi’de (1829-1887) kemâle erecek, ideal ölçü ve
            edilemese de nakış sanatının ve nakkaşlığın Osmanlılara girmesinin XV. yüzyılın ilk yarısı içinde olduğu tahmin  güzelliğine kavuşacaktır.
            edilmektedir. Hatta Bursa’da yer alan ve Yeşil Cami denilen Çelebi Mehmed Camii’nin nakkaşı Bursalı Ali Bin İlyas, o
            dönemin en ünlü nakkaşlarındandır. Padişah Murat zamanında Bursalı Nakkaş Safi isminde bir nakkaş ve 15. Yüzyılın  Aklâm-ı sitte’de, özellikle sülüs ve nesih yazıda sayısız murakka, levha, en’âm-ı şerif, delâilü’l-hayrât ve Kur’ân-ı Kerîm yazan Hâfız
            2. yarısında ise 2. Murat döneminde ise karşımıza yine Bursa’da Hoca Yusuf bin Hoca Ferruh çıkmaktadır.   Osman, hat san’atında ilk defa Sülüs ve Nesih hattı ile hilye formunu ortaya koymuştur.
                                                                                                                      Celî sülüs nev’inde her asrın san’at seviyesine göre parça parça güzelliklere rastlanmakla beraber bir bütün olarak bu yazı nev’inde,
            Osmanlı hükümdarları doğuya yaptıkları sefer dönüşlerinde toprak sahibi olmanın, ganimetler elde etmenin yanı sıra   Mustafa Râkım’a (1758-1826) kadar her asırdaki ekol sahibi hattatlar dahi tam olarak muvaffak olamamışlardır.
            yanlarında nakkaş getirmişlerdir. Yavuz Sultan Selim, İran seferinden dönerken Alaaddin Mehmed, Mansur Bey, Şeyh   Mustafa Râkım Efendi, Hâfız Osman’ın en a’la Murakka’ları üzerinde yaptığı araştırmalardan sonra bilhassa Sülüs ve Nesih ile
            Kâmil, Ali Bey Abdülhalik ile daha altı nakkaşı beraberinde İstanbul’a getirmiştir.                       Hâfız Osman gibi yazmayı başarmıştır. Celî sülüste, önceleri satranç (kareleme) usûlüyle büyütme yolunu muvaffakiyetle kullanarak,
                                                                                                                      eline meleke geldikten sonra doğrudan yazmaya başlamıştır. Usta bir fıgürist ressam olması dolayısıyla mükemmel seviyedeki ilm-i
            Nakış sanatı için Topkapı Sarayı’nda bir Nakkaşhane kurulmuştur. Bu Nakkaşhane’de nakkaşbaşının emrinde   menâzır (perspektif) bilgisini istifteki büyük kabiliyetiyle birleştirerek, Celî yazının konacağı yüksekliğe göre, bazı harfleri daha
            çalışan nakkaşlar, kitapların minyatürize edilmesinden, cami ve sarayların boyanıp süslenmesine kadar her türlü süsleme   geniş yazmak gibi vs. değişiklikleri yapmak, ancak böyle bir hat dâhisince tatbik edilmiştir.
            ve bezeme faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Nakış sanatı böylece Osmanlı’da da profesyonel bir anlamda icra edilmeye   19. asrın sonlarına doğru Kastamonu’da dünyaya gelen Mehmed Şevki Efendi, bütün hattatların Sülüs ve Nesih yazıda feyiz aldığı,
            başlanmıştır.                                                                                             yazılarını onun yazısına benzetmeye çalıştığı, bir kâmil insan, tevâzu, incelik ve zarâfet örneği olan dâhi bir hattattır.
                                                                                                                      M. Şevki Efendi, Mustafa Râkım’dan sonra Sülüs ve Nesih yazılara en güzel nispet ve şekilleri vermiş, İslâm dünyasında çok
            İran’da ortaya çıkan ve gelişen nakkaşlık ya da nakış sanatı, Osmanlı’dan günümüze paha biçilmez birçok eser bırakmıştır.   benimsenen kendi üslûbunu ortaya koymuştur.
            Hatta nakış sanatına önem veren Kanuni Sultan Süleyman İran’dan getirilen Nakkaş osmanlida-nakis-sanatiŞahkulu’na
            bir atölye tesis                                                                                          Şevki Efendi’nin muâsırı ve “Celî yazmadıkça hattın esrarına vâkıf olunamaz” diyen Sâmî Efendi (1838-1912), celî sülüs yazıda
            etmiştir. Yine aynı dönemde Osmanlı nakkaşhanesinde ünlü tezhib ve minyatür ustaları Kara Memi ve Şaban Usta’da  Mustafa Râkım ve celî ta’lik’te ise Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi (1776?-1849) tavrını güzelleştirerek, devrinin hattatlarına ve
            bulunmaktadır. Kanuni dönemi başlarında ise nakış sanatında Kıncı Mahmut Usta da önemli nakkaşlardandır.  sonrakilere bu yolda imam olmuştur.
            Osmanlı’da nakış sanatının klasik dönemi ise 3. Murat dönemine denk gelmektedir. Bu dönemde Nakkaş Seyyid Lokman,   Birbirinden güzel Sülüs-Nesih kıt’a, delâil, en’âm-ı şerîfleriyle temâyüz eden Hasan Rıza Efendi’nin (1849-1920), en muvaffak olduğu
            Hünername-i Al-i Osman adlı eseri ortaya koymuştur. Bu eser, 16. yüzyıl Osmanlı tezhip ve minyatür sanatının en güzel   yazı nev’i Nesih’ti.
            örneklerindendir.
                                                                                                                      Sami Efendi’den sonra zamanın en büyük üstâdı kabul edilen Nazîf Efendi’nin (1846-1913) esas ustalığı, celî’de ve taklîden yazdığı
            Osmanlı Devleti’nde İstanbul’da ve diğer şehirlerde nakış sanatını icra etmek yani nakkaşlık için sadece Müslümanlara  yazılarında görülür. 19. Yüzyılın sonlarında yetişen ve 20. yüzyılın en kudretli hattatlarından olan Kâmil Efendi (1861-1941), İsmail
            izin verilmişti. Ancak 1826- 1827 yılları arasında çıkan bir ferman ile Osmanlı tebaası içinde yaşayan herkese  Hakkı Altunbezer (1873-1946), Sami Efendi’nin yazdığı yazılara kendi imzasını attığı Hulûsi Efendi (1869-1940), Ebru san’atını
            nakış sanatını yapabileceği izni çıkmıştır. Levni’nin, minyatüre getirdiği yeni üslup ise Türk nakış sanatının yani nakkaşlık   Özbek şeyhi Edhem Efendi (1829-1904)’den öğrenerek yeni nesillere öğreten ve unutulmaktan kurtaran Hezârfen Necmeddin
            sanatının dönüm noktası olmuştur.                                                                         Okyay (1883-1976), Macid Ayral (1891-1961), ve iki nesil arasında köprü olan Hamid Aytaç (1891-1982) ve Mustafa Halîm Özyazıcı
                                                                                                                      (1898-1964) bu asrın unutulmaz isimleridir.
   1   2   3   4   5   6   7